28 Kasım 2014 Cuma

Kaş Kampında Bir Gün


Var mı çadırından çıkıp denizi görmek, görmeyi boşver, onu duymak, kokusunu ciğerlerine çekmek gibisi !

Sevgiliden uzak olmanın hüznünü koy bir yana, koy onu bir kenara... Hadi... Bak hala... Neyse onu yapamasan da güzel bir gün olacak yine. Bu belli...

14 Ekim 2014 Salı

Gel GAB'a Gidelim


İlk durak Hasankeyf… Araçtan iner inmez bizi gören 11-12 yaşlarında bir çocuk, elimizde de fotoğraf makinalarını görünce başlıyor kendi fotoğraf serüvenini anlatmaya, anlattığına göre okulunda bir fotoğraf kulübü bile kurmuş. Hasankeyf’i bize o gezdiriyor, çok da güzel oluyor. Oraya giderseniz Samet’i bulun, hem fotoğraf konuşun hem Hasankeyf’i hakkıyla gezin… Ya da o sizi bulur zaten dert etmeyin. ;) Ama dert edilecek bir şey var ki o da herkesin bildiği gibi bu güzelliğin baraj nedeniyle sular altında kalacak olması. Sadece doğa değil güzellik dediğim, burada yatan bir tarih var… Ne yazık…

25 Eylül 2014 Perşembe

Kopenhag - Stockholm - Helsinki

Her şehrin bir karakteri olur derler :)




Kopenhag: "Sevimli" bir viking





Stockholm: Sakin, tecrübeli, bilge


Helsinki: Yaramaz çocuk









18 Şubat 2014 Salı

Neyin var küçük kız?



Haftasonu AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği) ile Beypazarı'nda fotoğraf gezisindeydik. İlk olarak Hıdırlık tepesi, sonra da şehir merkezi, pazar yeri ve Yaşayan Müze…

5 Şubat 2014 Çarşamba

KHBAG öncesi - sonrası

KHBAG öncesi, doğa yürüyüşlerini yeni keşfettiğim dönemde kara kaplı deftere yazdığım bir yazı:


KHBAG sonrası yazdığım yazı:

 
KHBAG nedir diye soracak olursan, işte şu:
 
 
 

4 Şubat 2014 Salı

Mavi Kelebek

1. Gün: Üsküp – Makedonya


3 tane resmi dili (Makedonca, Arnavutça ve Türkçe) olan Makedonya'nın başkenti Üsküp çok küçük ve gelişememiş bir şehir olmasına rağmen sanata değer verdikleri ana caddeki heykellerden belli...Tabi bu heykellerden en önemlisi Yunanların "Hayır o Makedon değil Yunan" ve Makedonların da "Hayır Yunan değil Makedon" diye tartıştığı Büyük İskender.


31 Ocak 2014 Cuma

Kaş Kamping



Kamptığım en güzel kamplardan biriydi Kaş Kamping... Hem 29 Ekim'e denk gelmesi (Kaş meydanında yapılan harika kutlamalar sayesinde) hem yat turumuz, Symena gezimiz, hem Kaş'ın kendi güzelliği ve hem de arkadaşlar sayesinde... Bu kampı Esra'dan daha güzel kimse anlatamazdı herhalde. İşte onun yazısı:

K.H.B.A.G.: 8 gezgin Kaş’ta 4 gün geçirirse ne yapar?


27 Ocak 2014 Pazartesi

9 no.lu yorum


Trenle Kars yolculuğumuz için yataklı vagon ile kuşetli arasındaki farkları araştırırken ekşisözlükte şu sayfaya rastladık: https://eksisozluk.com/yatakli-vagon-ile-kuset-arasindaki-farklar--496610

Burada bir 9 numaralı yorum vardı ki; kuşetliden anında vazgeçirdi bizi. “vardı” diyorum çünkü ikinci kez sayfaya baktığımda bu yorum silinmişti. İçeriğindeki müstehçenlikten dolayı silindiğini düşündüğüm bu yorum karar vermemizde en etkili yorum olmuştu halbuki ve eminim buraya bakan diğer birçok insan da bu yoruma bakarak kuşetliden vazgeçmişti. Hal böyle olunca ben de ekşisözlüğe üye olup bu yorumu yaşatmaya karar verdim. 

Tabi bu üyelik süreci biraz uzun. 12309. sıradan listeye girdim. Yazdığım entryler üyelik onaylanana kadar bekletiliyor, çaylaklıktan tam üyeliğe geçince de yayınlanacak.

İşte ekşiye üye olmama sebep olan meşhur 9 numaralı yorumun (yine silinmemesi için) biraz yumuşatılmış hali ve şu ana kadar girdiğim diğer bazı entryler:

yataklı vagon ile kuşet arasındaki farklar

yataklı vagonda sevişebilirsiniz, kuşette sizi öperler.

26 Ocak 2014 Pazar

Shakespeare

Bu hafta devlet tiyatrolarında Shakespeare Haftası'ydı. Yıllardır dt'de bir iki eser dışında shakespeare oyunları oynandığını görmemiştim. Yıllarca olmaz olmaz, olunca da hepsini bir haftaya sıkıştırırlar. Bizim ülkede işler böyle yürür; yani ya hep ya hiç. (Neyse bu çok derin bir mevzu girmeyelim). 4 tanesini izleyebildik: Macbeth, Othello, On ikinci Gece ve Hamlet. Venedik Taciri ve Fırtına ise şu başta bahsettiğim 2 oyun, bunları daha önce izlemiştim.

İçlerinde en iyi sahlenen oyunun Venedik Taciri olduğunu söyleyebilirim. Ondan sonra Othello - Onikinci Gece - Fırtına - Hamlet ve en son da Macbeth olarak sıralayabilirim. DT'nin Shakespeare performansına genel olarak baktığımda 10 üzerinden 5 puan veriyorum :) Yani benim beklentim çok daha yüksekti ama yine de Shakespeare Haftası gibi bir organizasyonun düşünülmüş olması bile her ne kadar 1 haftaya hepsini sığdırmak ve bilet bulmak izleyici için pek mümkün olmasa da güzel.

Oyunlar hakkında tek tek yorum yapmıyorum, tekrar böyle bir organizasyon olursa kendiniz izleyin görün ollo ollooo. ;)

23 Kasım 2013 Cumartesi

Van Gogh


Van Gogh sevenler Doctor Who'nun bu bölümünü mutlaka izlemeli... İşte şu da linki:

http://www.yabancidiziizle1.com/doctor-who-5-sezon-10-bolum.html

Ayrıca bugün Doctor Who'nun 50. yılı...

13 Kasım 2013 Çarşamba

Message to the Moon



Coursera.org sitesinden takip ettiğim bir ders var. "History of Humankind", hocası Dr. Yuval Noah Harari. İnsanlık tarihini, objektif bir açıdan ve kuş bakışı olarak, yani büyük resmi görerek, Homo Sapiens'ten alıp, gelecekte ne olacak'a kadar anlatıyor. Tanıtımı şurada: https://www.coursera.org/course/humankind

Jared Diamond'ın Tüfek, Mikrop ve Çelik'ini okuyanlar bu bakış açısına yabancı olmayacaktır. Kitabı bir kitapçının raflarında kapak resmi ve ismi dikkat çekici olduğu için görüp, daha eline alırken kalınlığının bir parmaktan daha fazla olduğunu anlayıp (662 sayfa) hemen geri yerine bırakanlar için belgeselini de yapmışlar: http://www.youtube.com/watch?v=-XynmtoTgNA

Derse geri dönersek; bu yazıyı yazmamın sebebi, hocanın "İmparatorluk ve Bilimin Evliliği" bölümünde anlattığı bir hikaye:

A further example concerns the journey to the moon in 1969. It’s a very good story even if it might not be true, about the expedition of the American astronauts in 1969 to the moon. As everybody probably knows on July 20th 1969 Neil Armstrong and Buzz Aldrin were the first two men to land on the surface of the moon. In the months leading to the expedition the astronauts trained in their remote moon like desert in the Western United States to simulate the condition of the moon. This area is a desert of the Western United States was home to some Native American tribe. The story describes the encounter between the astronauts and one of the of the tribes people. One day as the astronauts were training they came across an old Native American man. He asked them what they were doing and they told him that they were training because they were part of a scientific expedition which would shortly travel to explore the moon. When the old Native American heard that he was silent for a few minutes and then he asked the astronauts very seriously if they could perhaps do a favour for him. He explained that the people of his tribe believed that on the moon lives holy spirits.
He wanted to use the opportunity to pass an important message from his people to the Holy Spirit on the moon. The astronauts agreed. So the man said something in his tribal language and asked the astronauts to repeat it again and again and again until they memorized it perfectly and the old man was very happy about it. The astronauts asked what it meant. Oh said the old man I can’t tell you it’s a secret that only our tribe and the sacred spirits on the moon only they are allowed to know the message. The astronauts went back to their base but they were very curious they were scientists after all. So they searched and searched until they finally found somebody who could speak this tribal language and asked him to translate the secret message. The translator started to laugh and laugh. When he finally calmed down the astronauts asked him well tell us what does this message mean? So the man explained that the message says “dear sacred spirits of the moon, don’t believe a single word these white people are telling you. No matter what they say about science or anything the real reasons they came they come to steal your lands so don’t believe them”. This was the secret message of this old Native American about the scientific expedition to the moon.

  

23 Ekim 2013 Çarşamba

Gravity

IMAX'te izlenmesi şart olan mükemmel film... ESA (European Space Agency) Standartları eğitmeni olunca bir başka gözle izliyor insan, bundan sonra derslerimde daha zor sorular soracağım, sınavdan 100 almayana sertifika vermeyeceğim :P

20 Ekim 2013 Pazar

Hızlı Salyangoz !?


Önemli olan hızlı gitmek değil, yolun sonunu görebilmek ve çıkmaz yola girmemektir...

From the Big Bang to Dark Energy

Coursera sitesinden ilk sertifikamı Tokyo Üniversitesi'nden aldım."Congratulations! You have passed the course "From the Big bang to Dark Energy" and received a Statement of Accomplishement"
Dersin İçeriği


Kaptanın Seyir Defteri

Kaptanın Seyir Defteri  - 12 Ekim 2013
Rüzgar sancak tarafından esiyor
Deniz sıcaklığı 27.8º
Rota Katrancık adası

15:45 İskeleden ayrıldık
Tonozu çeken Sinan Kaptan
Sancak halatını çözen Ayşe Kaptan
İskele halatını çözen Yelda Kaptan
Ama asıl kaptan Özgür Kaptan
İlk fotoları çeken Didem Miço
Bunu yazan tosun da Sertaç Miço

15:48 4 kaptan, 2 miço yola çıktı… Dingiyi Ayşe Kaptan geri almaya çalışıyor, Yelda Kaptan şiimdilik bunalım takılıyor… her an her şey beklenir…

15:50 Ayşe Kaptan hala dingiyi bağlamaya çalışıyor.

16:00 Biraları içmeye başladık. Sinan Kaptan biraz hızlı içiyor, her an her şey beklenir.

16:03 Ayşe Kaptan hala dingiyi bağlıyor, bu esnada kendisine cips verilmediği için asabileşti, her an her şey beklenir.

16:05 Kaptan yelken açılmamasına karar verdi bugün ama diğer kaptanlar yelkenin çok daha güzel olduğunu örneklerle anlatmaya başladı, her an isyan çıkabilir.

16:15 Kaptan çıldırdı… Genova’ya gitmek istiyor… Sinan Kaptan Özgür Kaptan’ın Genova fikrini beğenmedi ve dümeni ele geçirdi. Yelkeni açtı.

19 Eylül 2013 Perşembe

Stellar Evolution



Stars are formed in giant clouds of dust and gas, and progress through their normal life as balls of gas heated by thermonuclear reactions in their cores. Depending on their mass, they reach the end of their evolution as a white dwarf, neutron star or black hole. The cycle begins anew as an expanding supershell from one or more supernovas trigger the formation of a new generation of stars. Brown dwarfs have a mass of only a few percent of that of the Sun and cannot sustain nuclear reactions, so they never evolve.

İnsanlar gibi değil mi! Hiç gelişmeyen "brown dwarf"lardan olmayın...

We are all stardust !



18 Eylül 2013 Çarşamba

Doğa Yürüyüşlerine Tepkiler




sertac otur bi soluklan gaza geldin iyice yuruye yuruye bitirdin turkiyeyi 2 ayda

arkadasım sen calısmıyo musun yaa, 2 dk otursan keske:))

sertac ama biraz fazla olmadı mı bu sence dee:)

fotoğrafların sayesinde dünyayı geziyoruz

gez valla yarın evlenirsen gezemezsin

senin vasıtanla ve sayende oturduğum yerden seyahat ediyorum

Yıllık abonelik mi yaptırdın?

Yeni bir whisky markası çıkmış: Sertaç Walker

Sertaç Yeter!

Dur artık dur!

Beni de geçti…

Vur dedik öldürdün

Hep yaşamak istediğim bir hayatı yaşıyorsun…

7 Eylül 2013 Cumartesi

Turuncu

Son Tabu oyunumuzdan kareler:

Anlatan: Murat ve Hamuki
Hamuki: Bitter Çikolata !
Murat: Abi senin nasıl bir fantezi dünyan var?
Kelime: Naomi Campbell
Ekip yerde :)
Anlatan: Volkan
Volkan: Abi benim neyim küçük?
Ekip yerde :)
Kelime: Mesane
Anlatan: Volkan
Volkan: Şimdi şöyle anlatayım
Murat: “şimdi” tabu kelime
Volkan: Ama bu şimdi o şimdi değil ki
Ekip yerde :)

Anlatan: Sertaç
Sertaç: Trafik ışıkları?
Sinan: Kırmızı Sarı Yeşil
Sertaç: O sarı değildir aslında nedir?
Sinan: Turuncu
Kelime: Turuncu

Evet, ortadaki turuncudur. Gözünün önünde apaçık durmasına rağmen sana öğretilen neyse, hala onu görüyorsun. Belki de önceden ortadaki ışık gerçekten sarıydı. Ama ne zamandan beri turuuncu oldu farkında mısın, farkında mıyız? Belki de hiç sarı olmadı, ben hatırlamıyorum, emin olamıyorum. Farkında olan bile sarı demeye devam ediyor, neden? Üç yaşındaki yeğenim arabada giderken "turuncu yandı" demese belki de hiç fark etmeyecektim. Üç yaşındaki beyni henüz yıkanmamış, tertemiz; yıkanmadığı için temiz ! Demek ki daha birçok şey olabilir bize doğru olduğu empoze edilen ama gözümüzün önünde olduğu halde yanlış olduğunu göremediğimiz; ya da tam tersi "cıs" denen ama aslında "cici" olan...

Anlatan: Volkan
Volkan: Türkiye’deki insanların ortak özelliği
Sertaç: Vatandaş
Kelime: Vatandaş
Ekip itiraz eder: Böyle bir şeyi nasıl bilirsin? Ezberledin mi kelimeleri?
Sertaç: Türkiye’deki insanların hiçbir ortak özelliği yok ki, tek ortak noktaları vatandaş olmak !


29 Ağustos 2013 Perşembe

Zaman zaman


"People assume that time is a strict progression of cause to effect, but *actually* from a non-linear, non-subjective viewpoint - it's more like a big ball of wibbly wobbly... time-y wimey... stuff. "  diyor Doctor Who…

"İnsanlar zamanı sebep-sonuç şeklinde ilerleyen düz bir çizgi gibi farzederler. Halbuki düz ve öznel olmayan bir bakış açısından zaman daha çok salınımlı malınımlı, zamansal mamansal büyük bir top gibidir." diye çevirdim ben…

Bazen zaman geçmek bilmez, bazen bir saat beş dakkada geçer… Yok yok bununla ilgili değil aslında diyeceğim. Bilimsel açıdan anlamak lazım zamanı. Önce Einstein’ın genel ve özel görelilik kuramlarını bir oku hele, ondan sonra Hawking’den birkaç kitap; sonra gel konuşalım. Bunun daha kuantumu var, oradan gelen paralel evrenler konusu var, kara delikler var, zamanda yolculuk var…. mı…. Zamanda yolculuk gelecekte bir gün bulunmuş olsaydı geri dönüp bunu bize söylerler miydi acaba J Merak etmeyin bulduk bulduk… ya da zamanın akışını değiştirmemek, geleceği etkilememek için söylememek mi doğru olurdu. Bazen aklıma geliyor bunları düşünüyorum manyak gibi…

Doctor Who başlasa da izlesek, bunların hepsi orada var…

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Doğa



Ateşin bulunuşuyla birlikte, insan kendi bedeninin yeteneklerinden çok fazlasını gerçekleştirebileceğini görmüş ; bir kıvılcımla koca bir ormanı yok edebileceğini mesela… O zamandan bugüne ne kadar çok yol katettiğimizi düşün. İnsan kaldırabileceğinden çok fazlasını elde etti.

Bu yüzden doğada insan özüne dönüyor, yaşadığını hissediyor. Hayatın farkına varıyor…   

27 Ağustos 2013 Salı

Kaçkar Masalı









mı acaba?



Uzun zamandır yazmadım, evet… N’olmuş yani yazmadıysam… (5 yıl olmuş)

Aslında yazdım, ama yayınlamadım. Kara kaplı bir deftere yazdım, çünkü herkesin görmesini istemedim (Benimki de laf…Sanki yüzlerce okuyan vardı da…).

Sen de çekindin, o desin üşendi, ben deyim… ben bir şey demiyorum. Başladım işte, ama devam eder miyim o belli olmaz…

17 Aralık 2008 Çarşamba

Resim ve yazı arasındaki 7 farkı bulun


Sunay Akın anlatıyor:

“Hilal islamiyetten önce de Türklerin simgesi. Otağıların bir tanesinin başında hilal vardı, orada şaman otururdu, Türkler islamiyeti kabul ediyorlar ama eski dinlerinin simgesini de unutmuyorlar; onu alıp yeni dinlerinin en uç noktasına koyuyorlar. Pek çok hilalli bayrak gördüm ben ama hilali teke indirgeyip yanına yıldızı koyan Üçüncü Sultan Selim. O yıldız sekiz köşeli; sekiz köşeli yıldız şekil bilimde zaferi simgeler. Hilal ve zafer…Üçüncü Selim diyor ki, bundan böyle herkes tek hilalin altına gelecek. Ardından da yanına zaferi koydu. Ne zaman beş köşeli oluyor yıldız? Onun da ismi Sultan Abdülmecid’dir. Abdülmecid diyor ki, sarayın zafer madalyaları hep sekiz köşeli, de ki hilal teke indi, yıldızın da bir orjinalliği olsun, beşe indiriyor. Sekiz köşeli yıldız şekil bilimde zafer demek, peki ya beş köşeli yıldız ne anlama geliyor? Tek bir anlamı var: İnsan. Yani Ay’a ilk insanı biz gönderdik.”

1 Aralık 2008 Pazartesi

?



Para amaç değil araçtır. Peki o zaman amaç nedir? Ya da şöyle sorayım; para araçsa, parayı kazanmak (araca ulaşmak) için yaptığımız iş nedir? Yoksa bu “iş” midir amaç? Öyleyse; ters  olmadı mı, yani araca ulaşmak için amacı gerçekleştirmek… Sanırım ilk cümlede amaç yerine  hedef sözcüğünü kullanmalıydık: Para hedef değil araçtır. Para araç; ve amaç da hedefe ulaşmaksa, o zaman hedef nedir? Biri açıklasın…


[(Para x Amaç) ^ (Para = Araç)] => Amaç = ?

 

[(Para = Araç) ^ (İş => Para)] => İş =?

 

İş =? Amaç

(İş = Amaç) =>

Amaç => Araç    ??? (ters olmadı mı)

 

[(Para x Hedef) ^ (Para = Araç) ^ (Amaç => Hedef)] =>

 

Hedef = ?    İmdat…

 

Galiba : Hedef = Yaşamak

              Para => Yaşamak

              İş => Para

              Araç = İş       Nasıl yani? Böyle olmamalı… Bir yanlışlık var ama nerede? 

26 Kasım 2008 Çarşamba

デスノート (Death Note)


Death Note (Ölüm Defteri) bugüne kadar izlediğim en mükemmel anime dizilerden bir tanesi… Dragon Ball’u da çok sevmiştim ama o, bunun yanında çok çocuksu kalır. Çünkü Death Note’u izleyip de anlayabilmek için belli bir zeka seviyesinin üstünde olmak gerekiyor. “Kral çıplak!” gibi değil… Gerçekten… J

Konusu kısaca şöyle: Başarılı bir lise öğrencisi olan Yagami Light (yukarıdaki resimde merkezde) kara kaplı bir defter bulur ve bu deftere kimin ismini yazsa onun birkaç saniye içinde öldüğünü farkeder. (Tabi bazı kuralları da var bu gizemli “oyun”un…) Bir süre sonra da kendisini Tanrı gibi görür ve dünyadaki tüm “kötü” leri yok etmeye başlar. Bir nevi Nuh Peygamber gibi… Onu durdurmaya çalışan “L” (resimde sağ alt köşede) de aynı onun gibi bir “dahi” dir. Resimde görülen yaratıklar da Şinigami; yani ölüm tanrılarıdır. Detaylı bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Death_Note

Konusu çok ilginç gelmeyebilir herkese ama kurgu, diyaloglar ve “zeka”yı kullanma biçimi muhteşem…

http://www.animefreak.tv/watch/death-note-episode-1-english-dubbed-online-free adresinden İngilizce dublajlı ya da altyazılı olarak izleyebilirsiniz. (37 bölüm)

23 Kasım 2008 Pazar

Mustafa


Çok konuşuldu, yazıldı çizildi… Ben, biraz (biraz mı?!) geç kaldım sanırım. Ama şundan eminim ki 29 Ekim günü, tıklım tıklım sinema salonundan çıkarken düşündüklerim neyse bugün de aynı... Yani ben filmi beğendim (sen kimsin?).

Bazı yanlışları olduğu kesin, burada bunları tek tek yazmayacağım, fakat bazı “yanlış” lara da itirazım var:

 “Atatürk’ün insani yönünü göstermeye ne gerek vardı!”. Asıl buna gerek vardı, onu yüce bir varlık sananlar, onu bir peygamber yerine koyanlar için…(onu derken “o” yu büyük harfle yazmıyoruz yani).

 “Atatürk karanlıktan mı korkuyormuş”. Filmi izlerken böyle bir izlenime hiç mi hiç kapılmadım.. Cemal Granda’nın anılarını da mı okumadınız yahu! Gece okuyor, yazıyor, çalışıyor, gündüz uyuyor. Bu sadece bir alışkanlık, karanlıktan korkmak değil.

 “Atatürk yalnız değildi”. Bu öyle bir yalnızlık değil ki zaten… Bir dahinin kendi zeka seviyesinde konuşacak kimseyi bulamaması gibi bir yalnızlık bu.

 “Bazı kesimlere çok malzeme verilmiş”. Bunun cevabı belgeselde Atatürk’ün “neden cahillerin seviyesine ineyim, onları kendi seviyeme çıkarırım. Ben onlara değil onlar bana benzesin” sözlerinde saklı… O kesimlerin istediği gibi mi anlatacaktık Atatürk’ü?

 “Atatürk’ün insani yönleri bu kadar mı? Hayvan sevgisi, ağaç sevgisi nerede?” E o yönlerini de siz anlatın bir film yapıp da… Can Dündar demiyor ki Atatürk’ün bütün insani özellikleri bunlardır diye… Onun (nun kesme işareti ile ayrılmaz) tek bir filme sığdırılma imkanı var mı ki!

Atatürk’ü anlatan film çok az… Öyle olmasaydı, “Mustafa” bu kadar göze batmazdı. “Ha bu da şu yönlerini anlatan bir tanesi” denirdi. Asıl tartışılması gereken bu bence: “Neden Atatürk’le ilgili daha çok film yok?“ Böyle filmlerin teşvik edilmesi gererkmez mi? “E Sarı Zeybek var ya Sertaç!” Tamam da onu da Can Dündar yapmamış mıydı?

25 Ekim 2008 Cumartesi

Sansür mü

Blogger.com da engellendi. N’oldu yani şimdi? Sanki biz buraya yazı yazamadık mı, yazdıklarımız okunamadı mı? Nedir yani! DNS ayarını değiştirdik veya tünel sitelerini kullandık yine, bir şekilde yazdık. Nereye kadar bu Abdülhamitçilik, “Yassah hemşerim”cilik! Bununla bir yere varılmadığını hala anlayamadınız mı? N’oluyor? Nereye gidiyoruz? Çok fazla soru işareti…

1 Ekim 2008 Çarşamba

Sen hiç hormonsuz domates yedin mi?



Bilemezsin, gerçekten hormonsuz olanını yiyene kadar… Bolu Mengen ‘e git de gör nasıl olurmuş domates dediğin! O ne öyle bütün meyvelerin tadı aynı! Biz meğer yemek yemiyormuşuz, yediğimizi sanıyormuşuz. Sanal meyveler, sanal sebzeler… Görüntü var, tat yok! Emekli olunca Mengen’e yerleşeceğim, kararım kesin…

14 Eylül 2008 Pazar

BenX



"Anne... Gözlerinden su akıyor anne. Gerçekten gözlerinden su geliyor. Bunun tuzlu ve ıslak olduğunu biliyorum. Tuzlu ve ıslak... Anne, ben hisleri anlamıyorum diye insanları duymuyorum sanıyorlar. Ama anlayabiliyorum; çünkü ne olduğunu biliyorum. Küçükken hep böyle yapardım, yaşları gözüne geri sokmaya çalışırdım hep. Senin üzülmeni istemediğim için..."

"Anlamıyorum, Ben. Gerçekten inanamıyorum. Silancium Zindanları 'ndan kaçan adamın sen olduğuna... Benimle Windrill Çölü 'nde yalnız kalmayı göze alan, Bailor ile savaşan, Ondekon Bataklıkları'na benimle gelen, Zerdin 'i yenen...Oyunun 80. seviyesindesin... ve bu da son oyunun mu? Basit bir şekilde trenin önüne atlamak... Planın bu muydu? Çıkışa basmak, çevrim dışı olmak..."

"İnsanlar bir at gördüklerinde illa ki üstüne binmek isterler; ama hayvanın düşüncelerini hiç umursamazlar. Öyle değil mi?"

14 Ağustos 2008 Perşembe

balıkekmek


Sahne 1 :

Balık-ekmek büfesi
3 kişi girer

Genç: "Üç tane..."
Balık-ekmekçi: "Şöyle oturun, beş dakikaya hazır."

5 dakika sonra...

Genç: "Ben şurada yiyeceğim."

çıkar...

Sahne 2 :

Genç deniz kenarına oturur.Kendi kendine konuşur.

Genç: "Bu uzun zamandır aldığım en güzel tat. Mmmm...nâm, nâm...Deniz kokusu, dalgaların sesi, bir kayığın sakin görüntüsü ve balıkekmek..."

Yaşlı Teyze girer.

Yaşlı Teyze: "O denizde insan var mı evladım?"
Genç: "Efendim???"
Yaşlı Teyze: "O denizde insan var mı?"
Genç: "Yok..."
Yaşlı Teyze: "Yok dimi..."
Genç: "............"

Yaşlı Teyze çıkar...

1 Temmuz 2008 Salı

Çağrışım



Bazı şarkılar size de o şarkıları dinlediğiniz dönemleri veya o şarkıyı duyduğunuz bir mekanı hatırlatır mı?
İşte benim “çağrışım” listem :

Eminem - Stan ………… ÖSS’ye çalıştığım yıllar ve Çankaya’da oturduğumuz ev

Depeche Mode - Free Love……….. Üniversite 1. sınıf

Ezginin Günlüğü – Mutlu Olmak Varken ………. Askerlik, Çanakkale

John Denver - Country Roads Take Me Home ………. Longmont, Amerika ve şömineli otel odası

Phil Collins – Another Day in Paradise ………. Yazlık kamplar

Sakamoto Kyu - Ue wo Muite Arukou…………… Japonca kursu :)

4 Haziran 2008 Çarşamba

hiç


Sen git beş tane adam tatile. ikinci gün kafaları çek çek çek, iç iç iç. ondan sonrasında balkon kapılarını kapatmadan uyu. Hırsız da girmesin eve, cep telefonlarını ve paraları almasın. cüzdanlardaki ıvır zıvırı da saçmasın etrafa. olacak şey mi yani, mantıklı mı hiç. Bundan beş sene öncesinden bahsediyorum. O zamanın parasıynan "telefonları da dahil edersen 5 milyar para kaldırdı adam bi gecede".

"vah vaah yazık oldu çocuklara, nasıl da hevesle atlıyorlardı havuza beşi birden aynı anda, taşırıyorlardı felan suları ne güzel, üstümüze üstümüze geliyordu sular, serinliyorduk biz de, oh mis"
"Hırsız içinizden biri bence möööö"
"Bu, senin oğlunun beni işten attırmak için kurduğu bir komplo!"

aslında faydası da oldu, olmadı değil. Hiç unutamadığınız bir tatil? diye sorduklarında bunu anlatıveriyorum.

sen git beş tane adam tatile ondan sonra...
olacak şey mi yani, mantıklı mı hiç

1 Haziran 2008 Pazar

ezginin günlüğü konserine gitmek vol. II


vişnelik, çim amfi...

50 Kuruşa satılan küçük beyaz karton karelere oturmak...

önce Sunay Akın...

gözlük takmak, daha iyi görmek...

bayrağımmm...bayrağımmm...ooo al rengin sooolmasınnn...

bunu gazetedeki köşesinde okumuştum diyebilmek...

ve ezginin günlüğü ve 1980 ve keyif...

sevdadandır dedi annem aldırma...aldırmamak..

ışın kılıçlı ufaklık...

küçüğüm...hmm...bu şarkıyı gitarla çalmalıyım diye düşünmek...

ateş böceği mi o, yok yok kelebek...

aşk hiç biter mi? bunu hala çözememek...

birayı light içelim, araba kullanıcaz...

eksik birşey var hayatımda...evet...

spot ışıklarının gözüne girmesi, ama renk renk olduğu için ne güzel diyip polyannacı zihniyette olmak…

sahnenin arkasında hüsnü arkan'ı görmek...

bitiş ebruli ile...

otoparkta burnunun dibindeki arabayı bulamamak...

kirden rengi değişmiş arabayı görmek, yıkatmayı düşünmek...

eve dönmek...

atmadan önce bilete bakmak son bi kez...

30 Mayıs 2008 Cuma

Efendim? Duyamadım...


Daha önce yaşadığınız yerlere gittiğinizde sizin de içinizde garip bir his vuku bulur mu?
Ne zaman Kumrular sokaktaki 3. Cadde’ye gitsem (yanlışlık yok, sokak-cadde ilişkisinin ters anlamda kullandığı bir yerdir burası) Naruto ‘daki Shino gibi hissederim kendimi; yani içimde böcükler uçuşur.

Geçen haftasonu eski 3. cadde’ye gittiğimde (“eski”yi benim için eskidi artık anlamında kullanmıyorum, bkz. yukarıdaki foto) ya da gidemediğimde demeliyim -çünkü burası orası değildi- şaşkınlığımı sokaktaki insanlardan gizleyememiş olmalıyım ki, hafif çiseleyen yağmurun altında, üstünde siyah bir yağmurluk, bir elinde kitabı, öbür elinde fotoğraf makinesi ile dolaşan, şaşkın, kırgın ve aynı zamanda “yağmurdan dolayı” gözleri dolu dolu görünen bu adamı hayli yadırgadıkları bakışlarından belli oluyordu. Yok yok burası benim çocukluğumdaki mahalle olamazdı.


Bizim top oynadığımız biri büyük (kum saha da derdik büyüğüne, önemli maçlar burada yapılırdı) biri küçük İKİ TANE (vurgulu okunacak) sahamız vardı. Şimdiki kum saha bizim eski küçük sahamızdan daha küçük olmuş, bir kısmı otoparka, bir kısmı mahalleli teyzelerin dedikodu yapmak için kurdukları bir kamelyaya dönüşmüş. Üstelik bir de basket potası dikmişler kenara. Kum sahada top mu seker! Ama o “dedikodu cafe” nin geleceği belliydi. Hatırlıyorum da bir gün yine haldır haldır top oynuyoruz aşaa mahalleyle, birkaç “hanımefendi” (ben yine terbiyemi bozmuyorum) gelmiş, sahanın ortasına sandalye koymuş ve “gidin başka yerde oynayın, çok toz kalkıyo, oturulmuyoööööaaaaeee” demişti. Küçük saha da çevresindeki evlerin özel bahçeleri genişletilerek daraltılmış. (Zıt anlamdaki kelimelerin uyum içinde kullanımına dikkat). Buralar sadece futbol sahası değil, çocukluğumuzu yaşadığımız yerlerdi bizim.

Şimdi soruyorum: Bu mahallede (ve başka birçok mahalle için de geçerli) çocuklar nerede yaşıyor? Diyeceksiniz ki okul, dersane, banka üçgeninin alan hesabını yapmak o kadar kolay değil. (Banka mı diyor?) Aman canım, öyle değil, soru bankasını kastediyorum.

Dünya değişiyor, gelişiyor. Biz de değişiyoruz ama bazı şeyler gözden kaçıyor sanırım

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Le Ballon Rouge


Le Voyage du Ballon Rouge (Kırmızı Balonun Yolculuğu) diye bir film oynuyor İstanbul sinemalarında, neden Ankara’ ya gelmiyor anlamadım. Başkent değil mi burası! Yeterli sinema mı yok?

Benzer şekilde Fidel’in Yüzünden filmi de Ankara’ya oldukça geç gelmişti ve sadece tek bir sinemada oynadı sanırım. Sanırım diyorum çünkü Bahçelievler’ deki Büyülü Fener sinemasına ( bir tek burada gösterimi vardı) bu filmi izlemek için gittiğimde sinir bozucu bir durumla karşılaştım: Resmi internet sitelerinde, yani sinema bileti satın alınan sitelerin hepsinde 19:00 seansı var ve bilet satılıyor. Sinemadaki afişlerde de aynı şekilde 19:00’ da film oynayacak görünüyor. Bana da bir tek bu saat uygundu o gün.

Görevi bilet satmak olan kız, arkadaşıyla mesajlaşmasını bitirdikten sonra, o saatte gösterim olmadığını söyledi. İtirazların faydasız olduğunu anlayıp şaşkınlık ve kızgınlıkla eve dönmüştüm.

İnternette filmi (Kırmızı Balonun Yolculuğu) ararken, (ve bulamazken!!!) 1956 yapımı olan Le Ballon Rogue (Kırmızı Balon) adlı ve yenisi bundan esinlenerek yapılmış olan kısa filme rastladım.
Küçükken elimizden kaçırdığımız kırmızı uçan balonumuzu, hüzünlü gözlerle takip edebileceğimiz son noktaya kadar izleyip, (çünkü bir yandan babamızın elinden tutmakta ve bir yerlere gitmek zorundayızdır) sevdiğimiz bir şeyi kaybetme duygusunu yaşamışızdır. Oysa daha beş dakika önce bizim olan kırmızı uçan balonunun bir daha geri gelmeyeceğini de biliriz, baloncunun çok gerilerde kaldığını da…

Son zamanlarda izlediğim en güzel film… Tavsiye ederim…

6 Mayıs 2008 Salı

Civ x2

Çocukken birçokları evine civciv almıştır herhalde. Evet, bizim de vardı iki tane; sapsarı,mini minnacık (bu kelimeyi de ilk defa yazdığımı şimdi farkettim "minnacık" :P) ... Bir tane kardeşime, bir tane de bana... Onlara bir de yuva yapmıştık kendimizce, bir köşede yem, bir köşede su... Su koyduğumuz plastik tabağın içine girmelerine sinir olurduk. Hiç içilecek suyun içine girilir miymiş öyle! En komiği de bunları "yuva"dan çıkardığımızda, onu "tavaf" etmeleriydi. Kutunun etrafında yaldır yaldır koşarlardı hiç durmadan, tabi biz de peşlerinden. Kutu pek öyle büyük bir şey de değildi hani. Demek ki biz de bayağı küçükmüşüz o zaman.

Nedense birden aklıma geliverdi bu sahne az önce. Kendi kendime güldüm. Bazen böyle "flashback"ler yaşıyorum sebepsiz. (Lost karakter testinde de Desmond çıkmıştım zaten).

Sonra komşuya verdiydik civcivleri. Bir tanesi ölmüş, diğeri de bayağı büyümüş ve tavuk olmuştu. Sonra biz oradan taşınmıştık...Acaba komşu bizim civcivi yemiş midir? Bunu hep merak edicem. (???)

4 Nisan 2008 Cuma

İstanbul


Laaleeeeeler…laaleler, laaleler…Üsküdar, Kız kulesi… Laaleeeeeler…laaleler, laaleler…Aya Sofya, Sultanahmet…. Laaleeeeeler…laaleler, laaleler…Kapalı çarşı, sahaflar… Laaleeeeeler…laaleler,laaleler… İstanbul’un her yerine lale dikmişler. Güzel de olmuş, olmamış değil… Laaleeeeeler…laaleler, laaleler…Lale devrine dönmek istiyorlar ya, ondan mı acaba diye düşünmeden edemiyor insan…. Laaleeeeeler…laaleler, laaleler.

Haftasonu kuzenin nişanı için gittiğim İstanbul’da başımdan geçen komik ama gerçek bir olayı anlatayım:

Sultanahmet meydanı civarındaki hediyelik eşya satan dükkanların birine girdiğimde, gözüme küçük bir kutuya tepeleme doldurulmuş topaçlar takıldı. Hemen bir tane almalıyım diye düşündüm.

Bizim çocukluğumuzda topaç; çoktan modası geçmiş, oyuncakçıda veya başka bir yerde görsek bile burun kıvırdığımız bir oyuncaktı. En azından ben ve kardeşim için öyleydi. İki tane topacı kaptığım gibi kasaya gittim (Bir tane de birader için almaya karar vermiştim sonradan). Yazarkasanın başında oturan, “hacı imajlı yaşlı amca”ya topaçları verdim:

H.İ.Y.A. : “ Four liras “ (…deyince ben koptum zaten)
Ben : “Dört yani ?”
H.İ.Y.A. : “He dört”
Ben : “Bunun ipinden var mı?”
H.İ.Y.A. : “Mustafa, yardımcı ol, bak ip istiyor”

Mustafa yanıma gelip, konuşmadan, garip hareketlerle ip tarifi yapmaya çalışınca:

Ben: “Bir kelime……..evet…..birincisi……” demek aklımdan geçse de, şöyle dedim:

Ben : “İp”
Mustafa : ”He ip”
…………


Laaleeeeeler…laaleler, laaleler…

23 Mart 2008 Pazar

the Amerika



Ankara
Çayyolu
04:00

Yolculuk başlıyor

Esenboğa
05:20
X-ray cihazından ayakkabılarımı da çıkarıp geçmem gerektiğini söylemeye çalışan (Türk) görevli:
"Sir, sir! shoes...x-ray..."

Denver
Havaalanı
4:30 PM

Durakta bekleyen ve muhabbet açmaya çalışan biri :
"Are You waiting for Shamrock Shuttle too?"
20 küsur saattir havada karada yolculuk eden ben : "Yes"

Longmont
Twin Peaks Mall
Sunday
"Cest pizza?"
"sorry?"
"Cest pizza!"
"??"
"Do you want drink or chips with your pizza or cest pizza?"
"Oh, just pizza"

Cinema
Friday

10.000 BC

RadioShack
Saturday

İşi telefon satmak olan görevli Dominant Teyze :
"No phone can have a 5MP camera !!! "

Blackfox
2. hafta
son günler
Yemeklerden nefret etmiş bir durumda, öğreniyorum ki:
"There is McDonalds next to the car park"

Twin Peaks Mall
Wednesday

"Where is that accent coming from? "
"Turkey"
"It's like French"

Chicago
Havaalanı
4:00 PM

"Your name is not on the list"

Frankfurt
Havaalanı
from: 01:00 PM …. to: Uçağın kalkmasına 10 dk.
THY : "Talk to United Airlines"
UA : "Talk to Luftansa"
LA : "Get out from passaport control, talk to main UA office"
Pass. Ctrl : "Nein, du habst nicht visa"
LA : "Talk to United Airlines"
Ben : "%*#!"
LA : "Ok, I am coming with you to UA"
UA : "Talk to Turkish Airlines"
THY : "Here is your ticket"

29 Ocak 2008 Salı

Ben ve Sertaç


Sertaç her gece yatmadan evvel saati 06:45'e kurar, ama ben her sabah saat çalmadan önce, 06:32'de uyanırım. "Öff, hadi uyandık, bari beş buçukta felan uyansaydık da 'Ohh daha bir saat varmış' diyebilseydik" derim.

Kalkıp, hazırlanıp, kahvaltı etmeden işe gitmek üzere dışarı çıkarız.

Hava soğuksa ve bir de üstüne rüzgarlıysa, Sertaç'ın gözleri sulanıverir hemen. Tabi bu yüzden benim de görüşüm zayıflar, önümü göremez olurum, sinir olurum.

Servisle işe giderken kitap okuruz.

Servisle eve dönerken yine kitap okuruz.

Bazen Sertaç gitar çalar ben dinlerim; o çalar ben söylerim bazen de...

Önce ben düşünürüm ama Sertaç yapar hep esprileri.

Haftasonları gazete alırız diğer büfeden. Sertaç okur, okurken kahve içer; ben ise gazete ve kahve kokularının karışımından duyduğum hazzı...

Düş sokağı sakinleri'nin, şarkılarında sıkça kullandığı "mavi"yi ikimiz de severiz. Ezginin Günlüğü'nün "Kedim" adlı şarkısını da sever Sertaç ama ben kedilerden pek haz etmem.

He-man 'in erkek adam demek olduğunu söylemeseydim keşke Sertaç'a; ya da uzun saçın kendisine yakışmadığını... Yıkıldı resmen!

...

Bir ben var bende benden içeri ya da şizofren mi oldum nedir ?!
Gidelim Sertaç :)

20 Aralık 2007 Perşembe

Hamdım, piştim , yandım



Unesco 2007 ' yi Mevlana yılı ilan etmişti. 2007 bitmeden bi görelim şu Konya'yı dedim. Atladık arabaya 2 saatte Konya...Bayram dolayısıyla her yer kapalı. Öğlene kadar Konya şehrini bir o yana bir bu yana turladık. Neyse ki, öğleden sonra açılmaya başladı dükkanlar; türbeyi ve müzeyi de gezdik.


Acıktık...Her yerde "etli ekmek" yazıyor, o halde bundan yiyelim dedik. Bir lokanta "15 dakikaya hazır olur" deyince oturduk, 40 dakika sonra kıymalı pide geldi. Meğer etli ekmek, bildiğimiz kıymalı pideymiş.


Dönerken, arabada babamın (180-190 yapınca) çok hızlı kullandığını ima etmek için "sanki uçaktayız" dedi annem. Öyle deyince kardeşim daha önce sadece bir kere uçağa bindiğini, onu da hatırlamadığını söyledi. Ben de bir kere binmiştim ama hatırlıyorum : 3 yaşındayım ve uçağın tuvaletini kullanmak için babamla yerimizden kalkmışız. Dönüşte babamın elinden kurtulup annemin oturduğu yeri kendim bulmak isterken, onu göremediğimi ve kaybolduğumu farkettim. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Babam "Ondan sonra seni biz bulduk ve bağrımıza bastık, kendi çocuğumuz gibi sevdik" deyince Ankara'ya kadar gülerek geldik...

Güldük de....ama sanki acaba hani yoksa....!?

8 Aralık 2007 Cumartesi

Bir rüya gördüm...



Geçenlerde çok acayip bir rüya gördüm :)

Hastanede sağlık raporu almak için koşturup duruyorum.Bir doktorun kapısında sırada bekliyorum, sıra bana geldiğinde, doktor "Ama sen sıra numarası almamışsın, onu al öyle gel" diyor. Üzerinde şimdi hatırlamadığım iki basamaklı bir sayı olan küçük kağıt parçasını alıyorum ve yine beklemeye başlıyorum. Sonunda sıra bana geliyor. Doktor "Gel bakalım Sertaç,şöyle otur" diyor. Artık o kadar çok beklemişim ki sırada doktorla kanka olmuşuz diye düşünüyorum, adımı bile öğrenmiş! Masasının önündeki koltuğa oturuyorum ve "Sol kolunu sıyır ve şöyle uzat" diyor doktor. Masanın kenarında büyük demir uzantılara bağlı, ucunda küçük bir iğne bulunan "şeyi" kolumun üzerine getirip durduruyor ve hiç beklemediğim bir anda, aniden o şeyi indirip, iğnesini koluma batırıyor. Bununla da kalmıyor, aleti çekiştirmeye başlıyor.Resmen harita çiziyo kolumda. Çok acımıyor ama sızlıyor tabi. Ben şaşkınlık içindeyim."Diğer kolunu da uzat" diyor ve ona da aynı şeyi yapıyor. Benim gözlerim kaymaya başlıyor, başım dönüyor. Kollarımda kırmızı çizikler...

Doktor konuşmaya başlıyor ama ben ne söylediğini anlayacak durumda değilim. Zar zor "Şu an ne söylediğinizi hiç anlamıyorum" diyebiliyorum. Çevreden de hemşireler aynı şeyi söylüyor doktora ama o konuşmaya devam ediyor.

Söyledikleri arasında yakalayabildiklerimden hatırladığım bir tek cümle var: "Sertaç, her zaman çok ani kararlar veriyorsun, bir daha böyle yaparsan bu sefer damarlarını da keserim!"

4 Aralık 2007 Salı

Takım Elbise, Bilgisayar ve El Arabası



Günlerden birgün, Takım Elbise'ye bir telefon gelmiş. Arayan Bilgisayar'mış; "Ben şehre geldim,otogardayım şu an, gel beni buradan al", demiş.Uzun zamandır beklediği dostu Bilgisayarın geldiğine sevinen Takım Elbise, koşar adım otogara gitmiş.Bir bakmış ki Bilgisayar onu orada,yere çömelmiş öylece bekliyor.
"Haydi" ,demiş Takım Elbise "hemen gidelim". Bilgisayar "Olmaz" demiş, "Ben çok yorgunum, yürüyemem". "E ne yapacağız, seni tek başıma taşıyamam ki ben. Hem ben Takım Elbise'yim, buruşurum, kirlenirim; sen çok tozlu ve ağırsın."

Bilgisayar Takım Elbise'nin sözlerine biraz bozulsa da belli etmemiş,ne de olsa Takım Elbise onun dostuymuş. "Evet, biraz GB aldım son günlerde" demiş Bilgisayar.

Tam o sırada, bu konuşmalara kulak misafiri olan El Arabası "Ben yardımcı olabilirim" deyince, önce ikisi de şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş, ama sonra başka çareleri olmadığını bilen Takım Elbise ve Bilgisayar "Tamam" deyivermişler.Hep birlikte eve gitmişler.

Üç arkadaşın dostluğu böyle başlamış, ama o gün El Arabası'nın geri dönmesi gerektiği için, Takım Elbise onu otogara geri götürmüş. Çünkü El Arabası'nın eviymiş orası.Takım Elbise ve Bilgisayar El Arabası'yla birgün yine görüşeceklerini biliyorlarmış. Onu hiç ama hiç unutmamışlar.

Cast

Takım Elbise.....: Monotonlaşan dünyada bireyselliğin yok oluşunun simgesi
Bilgisayar...........: Kozmik sanal dünya
El Arabası..........: Sanrısal kaybolmuşluğumuzda amaçtan çok araç olması gereken itkiler
Telefon...............: Bildiğin telefon

İşin aslı şu : Bugün iş yerinde, üstümde takım elbiseyle, yeni gelen bilgisayarımı el arabasıyla (şaka yapmıorum) bilgi teknolojileri binasından çalıştığım bölüme kadar taşıdım. Şirketin içinde böyle dolaşan bi adam düşünün.İşte o benim.Görürseniz şaşırmayın :)

21 Kasım 2007 Çarşamba

Ve işe başladım...



Okul, askerlik derken,sonunda çalışma hayatına da atıldım.Bu duruma alışmak biraz zaman alıcak sanırım...

17 yıl boyunca, öğrencilikten başka birşey yapmamış,bundan başka bir hayatı bilmeyen insanlardık.O yüzdendir ki hiçbir zaman okulun biteceğini düşünemezdim ben. Hiç bitmiycekmiş gibi gelirdi. "Gençliğinizin, öğrenciliğin kıymetini bilin evladım " diyen amcalar, teyzeler geldi aklıma geçen gün. O günlere dönmek isteyecek miyim acaba ben de diye düşündüm...Sanırım cevabım belli: "HAYIR". Çünkü her şey tadında güzel kanımca :) Kanımca kararımca karınca misali çalıştıkça,ulaştıkça,başardıkça, japonca maponca geldik 24 yaşına.O günleri de zaten dolu dolu yaşadım ben be!
......

Bugün işten eve geldiğimde akvaryumdaki yavrulukta 4-5 gündür doğum yapmayı bekleyen "lepistes"imin 5 tane minik yavrusu olduğunu gördüm.İki küçük siyah nokta ve şeffaf bir kuyruk...Ufacık bir akvaryumun içinde geçirecekler hayatlarını, hiç farkında bile olmıycaklar bu durumun, böyle bi şansları da yok zaten. Biz de böyle miyiz acaba?? Gözümüzdeki cam çerçevelerin dışındaki dünyayı göremiycek kadar küçük müyüz? Hayat complex conjugate continious bir consciousness ya da unconsciousness full of confusions. C for Cendetta oldu bu da, güzel oldu :)

14 Kasım 2007 Çarşamba

06 T 2007


Sağlık raporu almak için dokuduğum numune-mithatpaşa mekiğinde, uzaydan dünyalı taksicilerin fotoğrafını çektim.Daha önceki tecrübelerimle birlikte banyo ettiğim filmlere şimdi ışıkta bi bakalım...(Fen bilgisi kitabı bölümlerinin sonundaki deney kısımları gibi oldu yaw,neyse...)

Kare 1:

- Ben bu direksiyonla 5 çocuk okuttum evlat...

Helal olsun abiye walla, kolay değil.

Kare 2:

- Babaya saygı çok önemlidir...

Artık o gün ne yaşadıysa amca çocuklarıyla, konuyu bi yere de bağlayamadık;Tabi önemlidir babalar...tabi...

Kare 3:

- Kısa mesafeye gidiyosun zaten hayret bişey,ama yanlış anlama lafım sana değil...

Kime lafın? Arabada başkası mı var benim göremediğim!Ha anladım, lafın bana değil mesafeleri kısa yapanlara !?

Kare 4:

- Haydi Bozbeyi, hadi oğlum...kop da gel!....Tüh gene yattık aq.

Yorum yok :)

Kare 5:

-O ne elindeki?
-Sağlık raporu,bir haftadır bunun için koşturuyorum.
-Ne için aldın onu?
-İşe girmek için istiyolar.
-Nerede işe giriyosun?
-Aselsan, mühendis olarak.
-Hiç bi iş bizim işimizden zor olamaz!

Tamam da ne bağırıyon!... demedim tabi. "Tabi bütün gün trafiktesiniz, zor hakkaten. Biz yarım saat çıkıyoruz, sinir olup dönüyoruz eve."

21 Ekim 2007 Pazar

ezginin günlüğü konserine gitmek...


otobüse binip kızılaya gelmek,tunalıya yürümek ve saklıkentin kapısında sıraya girmek...

içeri girerken uzun saçlı fotoğraf olan ehliyeti göstermek ve izbandudu şaşırtmak...

önce oturacak yer bulamayıp, sonra üst katta en arkadaki minderlere "yatmak"...

önce bülent ortaçgil...

7 milyona tuborg içmek...

sensiz olmaz, benimle oynar mısın?

otur otur bi yere kadar...

ve ezginin günlüğü...

bülent ortaçgil'in tuvalete giderken kimseye aldırmadan - ve kimse de ona aldırmadan-önünden geçmesi ve bunu gece boyunca birkaç defa tekrarlaması...

buradan iyi görülmüyo, başka yere geçelim...

sigaramın dumanına sarıp, saklamak seni...

nadir göktürk'ün sakalı ne kadar uzun yahu...

aşk hiç biter mi? bilmem... bitmez herhalde...biter biter...dimi ??

eylem atmaca; sesi ne güzel...

eksik bişey mi var hayatımda, gözlerim neden sık sık dalıyor...

nereye gitsem mavi,yastıklı şarkı...

-ne diyo ? - hayat niye kirlenir diyo... kirlenir hayat evet, kirlenir...

bitmesin... bi daha bi daha!!

mutlu olmak...

eve dönmek...

hüzünlenmek...